9 Nisan 2012 Pazartesi

Yalnızlar Kumpanyası

Bu blog için yazacağım ilk yazıyı daha farklı hayal etmiştim halbuki. Beethoven'ın 6. senfonisi zihnimde çiçeklerin açıp derin düşünce ayrılıklarımın arasındaki tehlikeli kanyonları yeşil vadilere çevirdiğinde, yeniden yazmaya isteği doğdu içimde. Belirlediğim bir konu yok, söylemek istediğim belli bir şey de yok. Aslına bakarsanız, nasıl yazı yazılacağını dahi unutmuş durumdayım. Neyse, ben yine aklıma eseni yazacağım.


Biliyorum, herkes benden rplerimi tamamlamamı bekliyor. Acchan ile bir parkta, Jin-ah ile yolun ortasında, Ryeowok ile ise bir dönüm noktasındayım-evet, son yazdığım mecazi bir anlam içeriyor-. Oh, bir de şu an adını hatırlayamadığım bir karakterle rp başlatmalıyım. Kevin ile özel bir anı kutluyor, Jongwoon ile Kore'nin trendleri hakkında konuşuyor, Ola ile sevdiğimiz filmlerden bahsediyoruz. Ben yalnızca ben değilim; Hidrojen yakıtının tamamını Helyuma çevirip, sonra güç bela Helyumu da Karbona çevirmiş bir yıldız gibiyim. Diğer benliklerim benim 'nebulam', farklı ve göz alan renkleri ile yıldızın çekirdeğini gizliyor. Ölmek üzere olan çekirdeği. Etkilerini birkaç milyar yıl sonra dahi hissedebileceğiniz bir patlama ile, bana göre evrendeki en usta hırsız, 'enerji hırsızı' bir karadelik olarak geri dönüyor hayata. Düşünüyorum, belki benim de ölümüm bu kadar korkutucu, aynı zamanda çarpıcı olabilirdi. Asıl benliğim. Nihil, şizofren, kanser, klostrofobisi olan veya sıradan bir ben olan maskelerim, nebulam değil. Bu kabuktan kurtulmak istemiyorum, bence beni bir ölen bir yıldızdan ayırt eden asıl şey budur. Beni ben yapanın diğer benliklerim olması, benim onlarla harmanlanmış olmam...


Kahkaha atarken birden bire surat asmak sizce doğal mıdır? Son günlerde bunu yapabildiğimi fark etmiş bulunmaktayım. Kahkaham kulaklarıma dolmaya devam ediyor, başımı arkaya attım gözlerimi kapıyorum. Her 'hah' sesinde yüz kaslarım iyice geriliyor, çenem acıyor; fakat durmuyorum. Bir insanın tam kahkaha atarken çevresini net görebildiğini zannetmiyorum; zira vücut gevşiyor, zihin boşalıyor, bir şey düşünemez oluyor insan. Tam da bu anda bir ses 'gülmeyi kes' diyor sanki, aniden somurtuveriyorum. Bu ses, Nihil'in sesi, biliyorum. Belki beni tanımayan bir okur varsa diye Nihil'imi anlatayım... Hayır, aslında anlatmak istiyorum.

Yazarken attığım bir edit: Anlatmaktan vazgeçtim. Karakter hırsızlığı olmasın. Ben Aya'ya koca bir yılımı verdim.

~*~*~*~*~*~
Zihnimde iki tablo var. Hala Beethoven dinliyorum, bu da içimdeki tezatlığı iyice arttırıyor. Bir yanda hızlıca uzatan çimenler, tek bir saniyede kocaman açan güller, toprağın bereketinden nasibini almış ağaçların gittikçe uzayan dalları ve dolgun meyveleri, gökyüzünde, sanki buzdolabının en güzel kısmına konulmuş bir kase pudingin üzerindeki krem şanti gibi yayılmış bulutlar, denizden gelen meltemde yüklü bahar melodileri ile şakıyorlar... Bu tabloda Güneş tam yukarıda, fakat yakmıyor, kafanı kaldırıp baksan, gözlerin sulanmıyor. Bulutlar da kapamıyor üstelik, hala masmavi ve parlak gözüküyor gökyüzü, içinde yüzüyor sanki hayat. Bulutlardan bir şekil çıkaramıyorsun, niye bunu yapmakla uğraşasın ki, zihnin zaten bu güzellik karşısında allak bullak. Kalbinin atışı, meltemde saklı balıkçı türküleri, kuşların şakıması, yaşamın ve mutlu ayrılıkların getirdiği özgür bir hayat, yeni bir başlangıç... Bütün bunların sesi kulaklarını dış dünyaya tıkıyor. Orada yalnız olduğunu hayal etsen de, değilsin işte. Bu sesler, mutluluk da verse sana, korkmanı engellese de yalnızlıktan, seni yalnız bırakmıyor. Çimlerin üstü ıslak kumlar ile birikiyor birden, ardından küçük taşlar geliyor, aralarında birkaç kırık deniz kabuğu ile. Çamurlu ayaklarından gözlerini alıp ileri bakıyorsun, her yer kapkaranlık. Kaybolduğunu sanıp arkandaki ışığa doğru hışımla dönüyorsun, ve dolunayın gülen değil de, daha çok ihtiyar suratıyla karşı karşıya geliyorsun. Üstündeki çizgiler bir gülümseme gibi gözükmüyor artık, onlar alnındaki çizgiler, gözlerinin kenarındaki kaz ayakları, yahut sarkık göz torbaları gibi gözüküyor sana. O eski dolunay değil artık, arkanı döndüğün ise tamamen karanlık değil, alacakaranlık ile bütünleşmiş koca bir okyanus... Rüzgar esmiyor, ama hava soğuk, vücudundan bir ürperti geçiyor. Başka hiçbir ışık olmamasına rağmen havada hiç yıldız gözükmüyor, sanki okyanusun sularının arasına dürmüşler seni. Bu engin sularda yosun bile yok, ay ışığının aydınlattığı gecede görünen tek şey bir piyano ve bir kayık, ayaklarının altındaki saf kum ile birlikte... Kayığa biniyorsun, çekmene gerek yok, o akıntıya kapılıp kendiliğinden ilerliyor. Suda var olan tek şey senin anıların; güldüğün veya ağladığın, yahut konuşamadığın, susturulduğun... Çoğunlukla sevdiğin ve sevildiğin, terkedildiğin, aldattığın, aldatıldığını anladığın, sarhoş geçirdiğin gecelerin hatıraları... Avucunu suya daldırıyorsun, su soğuk, neredeyse civa kıvamında. Acılarını su yüzüne çıkarıyorsun, kendini kendine acındırmak için. Oysa tek istediğin hayatın senin için bir mola vermesi, bir köşeye kıvrılıp yatmak. Küçük bir çocuk gibi, annenin üstünü kapatmaya geleceğini bilerek, belki bir köpek, ya da yeni bir bisiklet için dua ederken uykuya dalmak istiyorsun... Bu uykudan uyanmak istemeyeceğinin bilincindesin, kıyıda hala seni bekleyen acılar var. En iyisi kaçmak değil mi, eh, öyle de yapıyorsun. İçine atladığın su bu sefer gerçekten deniz tadıyor, o anda düşünebildiğin tek şey suyun ne kadar tuzlu olduğu. Artık o okyanus yalnız senin hatıraların değil, sen oluyorsun. Meltemde bir melodi, baş döndüren bir aromaya karışıyorsun.
İşte bu da, benim reenkarnasyona inandığımın kesin kanıtıdır!
Saygılar,
Aichou

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder