29 Ağustos 2013 Perşembe

Simetrik Şiir

Gülümse, hayata
Yağdırdığında
Üstüne kar
Ağlama
Sakın

Gül

Sanki
Gün açmış
Bahar gelmiş
gibi... Neşelen
Ki hayat utansın

2 Ağustos 2013 Cuma

rp

Dünyaya gelen herkesin hayata toz pembe gözünü açıp, yüreğinde kötülük beslemeden doğduğuna inanılır. Öyle ki, muggle dünyasında bile korktukları kötülüğün anası bir zamanlar en saf varlıktı. Onları kötülüğe sevkeden şey yine sevgi değil miydi? Ya kendilerini, ya onları geçmişlerine bağlayan önemsiz bir eşyayı, ya bir kadını, ya da Tanrı'larını çok sevdiklerinden toplumca kabul edilmeyecek işlere başvurmuş, sonunda 'kötü' damgasını yemişlerdi. Suçları yine iyi saydıkları bir duyguydu halbuki. İnsan olmakla özdeşleştirdikleri en önemli şeydi.

Peki ya tüm duygulardan mahrum bırakılan bir çocuğun ne yapa

25 Temmuz 2013 Perşembe

~Fallen Angel~


Kapıları tutuldu cennetin
Yıldızlar çok uzak artık
Hissedebiliyor musun
Kapındaki adaleti?

O da isterdi, denizin üstünden yürüyüp ufuktan kendini sallandırmayı. Dünya'ya hiç gelmemiş olmayı, yukarıda kalmayı... Sonsuz gibi görünen sahilde amaçsızca yürürken haşin dalgaların yıkadığı bacaklarına kumlar batıyor, ikide bir durmasına neden olacak kadar kaşındırıyordu. Bir süre sonra bunu çok da umursamamaya karar verdi, burada sonsuza kadar yürüyecekse böyle bir şeyin onu rahatsız etmesine izinsiz vermeyecekti. Bakışlarını gün batımından alıp yere dikti, kırılan umutlarını görebilmeyi umarak. Paramparça olan hayallerini yeniden birleştirebilirdi belki, eğer onları bulabilseydi. Çoktan kalbinin derinliklerine gömülmüştü düşlerindeki gelecek. Kanatları koparılmış, kaçınılmaz sona zincirlenmişti bedeni. Keşke bir şeyler yapabilseydi, yeniden özgür olabilmek için her şeyini verirdi. Yeniden dans edebilmek için, gökyüzünün en kadim yerlerinde... Gün batımından önce kurtulmak istiyordu bu yalnızlıktan. Karanlıkta yönünü bulamamaktan korkmuyordu, yıldızların ona göz kırptığını görmekten korktuğu kadar. Uzanıp da tutamadığında birini, ne kadar denerse denesin ulaşamayacağını fark ettiğinde...

Nerede şimdi o Tanrın
İnandığın, güvendiğin?
Hani o çok sevdiğin
Nerede kaldı hayallerin?

Kendisine seslenen gardiyanları duyabiliyordu Alanza. Adını göklere fısıldayan rüzgar şimdi iki kocaman el olmuş, zavallı kızdan geriye kalanları yakalamaya çalışıyordu sanki. Teslim olmak zor geliyordu; hayallerinden vazgeçmek, şimdi pes etmek... Zihnindeki çığlıklardan dışarıya yansıyan yalnızca kısık sesle inlemeleriydi. Dizlerinin daha fazla taşıyamayacağı yerde, geceye duyduğu nefret batan güneşe doğru taşıyordu onu. Fakat nereye kadar gidebilirdi ki? Batanı yakalamak da kaçanı kovalamak kadar zordu. Bu halde olmasının sebebini gayet iyi bilse de, yine de kendisine yakıştıramıyordu. Tek suçu bir kaçak olmaktı. Kendisine biçilen kaftandan kaçmış, özgürlüğünü aramıştı. Ama Tanrı'nın iradesine başkaldırmak sanıldığı kadar kolay değildi, nereye giderse gitsin intikam arayan kaderi hep peşinden gelmişti. Yıllar sonra, gittikçe kararan alın yazısının ağına takılmış, teslim olmak zorunda kalmıştı. Kendisi için en iyisini belirlemeye hakkı yoktu onun, kimsenin yoktu. Herkesin seçimleri, doğruları, yanlışları nasıl olursa olsun onlara Tanrı'nın sunduğu yollardan ibaretti. Maalesef Alanza'nın kader ağacı yalnızca bir daldan hayat bulmuştu. Ne geri dönüşü, ne de başka bir kaçışı vardı. Kurtulmaya çalıştıkça daralan yollarda kararan geleceğinin esiri olmaya biraz daha yaklaşıyordu. Ve artık sonuna gelmişti, kaderinin onu sürüklediği bu son oyunda tüm gücü çekilmişti. Yalnızlığı ve çaresizliği elinde avucunda kalan tek şeydi. Tanrı'nın unuttuğu o tek yeri ararken atlattığı tüm o acılar onu güçlendirdiği kadar yaşam enerjisini sömürmüştü. 
Yaşayan tüm canlıların korumak istedikleri duyguları, düşünceleri, hayalleri vardı. Alanza, yürüdüğü lanetli yolda kazanmayı umduğu her şeyi en başından kaybetmişti. Oysa onun tek isteği, yeniden hissedebilmekti. Yüzünü yalayan rüzgarda huzuru, gözlerini kamaştıran güneşte gücü, bastığı her yerde bulutları ayağının altında hissedebilmek istemişti. 

Gökyüzü fısıldadı
Aşkı, mutluluğu, sevgiyi
Denize aktı şimdi hepsi
Ne olur, söyle bana
Nerede benim geleceğim?

Daha fazla yürüyemeyeceğini fark ettiğinde sert kumların üzerine yığılmasına izin verdi aciz bedeninin.'Dayanamıyorum, Tanrım, dayanamıyorum.' Yenilgiyi kabullenmek zordu, her zaman zor olmuştu. Açıkçası, kendisini hiçbir zaman kabullenebilen o erdemli insanlardan olarak görmemişti. Hiç istemiyordu, o kaçtığı Tanrı şahidi olsun ki istemiyordu. Fakat başka seçeneği yoktu. Kumların üzerinde ters dönüp sırt üstü uzandı. Güneş batmıştı. Şimdi gökyüzünde milyonlarca kandil yanıp sönüyordu. İnsanların umutları, hayalleri, hayattan tüm beklentileri gökyüzünü doldurmuştu. Bir an kendininkini gördüğüne yemin edebilirdi; küçük, titrek ışıklı, minik ve yalnız... Gözlerinden akan sıcak yaşların yüzündeki tozu yıkayıp saçlarından süzülerek altındaki kumları ıslattığını duyabiliyordu sanki. Her şey durmuştu şimdi. Tüm kapılar silinmiş, duvarlara sonsuzluğun resmi çizilmişti. Etrafındaki her şey zihnini uyuşturuyordu. Gözleri kendi yıldızına kitlenmiş, nefes almadan bekliyordu. 'Artık bekleyemiyorum. Lordum, acılarıma son ver. Lütfen...' Konuşan Alanza değil, çaresizliğiydi. Vücudunda sinsi bir hastalık gibi ilerleyen, şehvet kadar hınzır ve öfke kadar tehlikeli... Tüm bu duyguları sonuna kadar yaşamıştı Alanza. Oysa istediği...

Şimdi duyabiliyor musun peki
Yukarıdaki meleklerin sesini
Bir el uzandı içlerinden
Yanlarına çekmek için seni


Bir süre hiçbir şeye anlam veremeyerek öylece yukarı bakakaldı. Göklerdeki küçük melek, yaşayabilmek için kaçmıştı evinden. Hissedebilmek için Tanrı'dan bile vazgeçmişti, o çok sevdiği yaratıcısından... Fakat hiçbir şey beklediği gibi gelişmemişti, beklediği mutluluk ve umduğu tüm o haz hayallerden ötesine geçememişti. Yaşadığı tüm duyguların içinde belli belirsiz bir acı mutlaka vardı. Bunun hep biricik Tanrısına yüz çevirmesinden kaynaklandığını düşünmüştü. Lakin şu an, istediğini aldığını farkına varmıştı. Artık farkında olmadan akıttığı yaşlar çoğalmış, yakarışları melteme karışıp denizin üstünde kaybolmuştu. Bunca zaman hayatın gerçek yüzüyle yaşadığının farkına varamamış, yalnızca başına gelenlerden kaderini suçlamıştı. Hayatın üstü mutluluk yüklü nilüferlerle kaplı kötülük dolu bir göl olduğunu yeni anlamıştı. Seni taşıyan kayığın olan inanç, nilüferlerin altında kalan kötülüğü görmene engel oluyordu. kayıktan bir kere düştüğünde ise, karanlık sularda nilüferlerin gölgesinden seni neyin kurtaracağını göremiyordun. Muhteşem bir test, diye düşündü Alanza. Karnının üzerindeki elini kaldırıp gözlerini sert bir şekilde sildikten sonra son gücünü kullanıp ayağa kalktı. Buğulu gözlerine rağmen yüzünde oluşan kocaman gülümseme ile denize doğru döndü. Karşısındaki parlak dolunaya dikti bakışlarını, sendeleye sendeleye yürürken şimdi sakinleşen dalgalara doğru. Soğuk su yeniden ayak bileklerine değdiğinde onu daha derinlere çekmeye çalışıyordu sanki.'Bitiyor... Tüm bu çılgınlık, artık bitiyor...' Gözleri yakamoza dikili, biraz daha ilerledi. Şimdi beline kadar gelen su o kadar soğuktu ki, tüm bedeninin tir tir titremesine engel olamıyordu Alanza. Su göğsünü geçip çenesine vardığında başını çevirip kıyıya son bir kez baktı. Ne olursa olsun burayı özleyecekti, en azından öyle düşünüyordu. Fakat durmayacaktı, şimdi duramazdı. Özlediği her şeye yeniden kavuşmak için can atıyordu. Bağışlanmak, yeniden huzura alınmak, sonsuzluğa erişebilmek için...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Zihnimdeki Çığlıklar

Ruhuma dokundu aşk, yavaş yavaş bedenime akıyor kırık bir testiden. Parmaklarıma doluyor, kelimelere dönüşüyor. Fakat ben aşk nedir bilmiyorum, öyleyse nedir bu tanıdık duygu? İki ciğerimi bir araya getiriyor, korktuğum zamanlardaki gibi. Fakat korku değil bu, öylesine çekici, öylesine mutluluk verici bir his ki...
~~~~
Maskelerin ardında saklanıp, karanlığa bürünüyorum... Herkes beni aydınlık sanıyor, oysa ben gecede kayboluyorum... Alacakaranlığa yuvarlanıyor bedenim, zihnim ise bir tünel, sonunda ışığı gizliyor.
~~~~
Elimi uzatsam, kurtarır mısın beni, bu yaşayan ölülerin mezarlığından? Hepsi birer zombi, karanlığın ordusu gibi... Giderek genişleyen bir bataklık çamura buluyor bedenleri, cahilliğin içinde sıkılıyor boğazlar, hepsi adaklık koyun sanki, son nefeslerinde.
~~~~
İki ciğerimin ortasındaki hançeri kavrıyor ellerim. çektikçe kan kusuyorum. Yoğunluklu tıpkı... tıpkı çikolata gibi. Fakat tatlı değil, acı tadıyor, kapl kırıklıkları, hüsranlar... Aldığım bütün yaraların tadı ağzımı kaplıyor. Kin, nefret, hezeyan... En çok da yalnızlık tadı var bu aromada, güldüğümde kanla kaplı dişlerim görülüyor. Yalnız ölüyorum....
~~~~
'Koru beni!' Ellerimi açıp yakarıyorum. Kim olduğunu, ne istediğini bilmeden eteklerine kapanıyorum. İki tarafımdan da bir şeyler çekiyor beni. Sol tarafım tepesi tüten bir yanardağ, sağ tarafım yemyeşil bir vadi... Ne tarafa gideceğim? Her nedense, ikisi de cazip geliyor...
~~~~
Biliyorum, önümde uzun bir yol var henüz... Zamanı ileri alamıyorum. Benim için her bir kum tanesi, tam bir ömür gibi... Her bir tanede insanlar ölüyor, doğuyor. Sanki bu benim sayemde gerçekleşiyormuş gibi, ellerimi bir aşağı bir yukarı sallıyorum. İşte, kendi dünyamın Tanrısı oldum.
~~~~
Duramıyorum, durduramıyorum. Son vermeye çalıştığım her an, sanki ben ölüyorum. Tek amacım diğerlerini kurtarmak, bu yüzden kendimi kurban ediyorum. Fena mı, sayemde cennetlik oluyorlar!
~~~~
İnce bir ışık huzmesiyim ben, karanlığın yuttuğu... Yerdeki ve gökterilerin yakalandığı lanet beni de yakalıyor, al rengine bürünüyor bedenim, gözlerim o gözde takılı kalmış. Çırpınışlarım boşuna, kurtulamıyorum. Kurtaramıyorum.
Tik tak, tik tak.
Zamanı durduramıyorum. Aşk elimden alınıyor. Karanlık yavaş yavaş çöküyor, adeta yaşayan ölülerin tarlasındayım. Korkuluk muyum, karga mı, bilmiyorum. Kimden nefret ediyorum? Bütün bu insanları biçip süren o çiftçi, gecenin koyusundan daha karanlık. Bana doğru yaklaştıkça anlıyorum... Ben bir çürük ekinim.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Yalnızlar Kumpanyası

Bu blog için yazacağım ilk yazıyı daha farklı hayal etmiştim halbuki. Beethoven'ın 6. senfonisi zihnimde çiçeklerin açıp derin düşünce ayrılıklarımın arasındaki tehlikeli kanyonları yeşil vadilere çevirdiğinde, yeniden yazmaya isteği doğdu içimde. Belirlediğim bir konu yok, söylemek istediğim belli bir şey de yok. Aslına bakarsanız, nasıl yazı yazılacağını dahi unutmuş durumdayım. Neyse, ben yine aklıma eseni yazacağım.


Biliyorum, herkes benden rplerimi tamamlamamı bekliyor. Acchan ile bir parkta, Jin-ah ile yolun ortasında, Ryeowok ile ise bir dönüm noktasındayım-evet, son yazdığım mecazi bir anlam içeriyor-. Oh, bir de şu an adını hatırlayamadığım bir karakterle rp başlatmalıyım. Kevin ile özel bir anı kutluyor, Jongwoon ile Kore'nin trendleri hakkında konuşuyor, Ola ile sevdiğimiz filmlerden bahsediyoruz. Ben yalnızca ben değilim; Hidrojen yakıtının tamamını Helyuma çevirip, sonra güç bela Helyumu da Karbona çevirmiş bir yıldız gibiyim. Diğer benliklerim benim 'nebulam', farklı ve göz alan renkleri ile yıldızın çekirdeğini gizliyor. Ölmek üzere olan çekirdeği. Etkilerini birkaç milyar yıl sonra dahi hissedebileceğiniz bir patlama ile, bana göre evrendeki en usta hırsız, 'enerji hırsızı' bir karadelik olarak geri dönüyor hayata. Düşünüyorum, belki benim de ölümüm bu kadar korkutucu, aynı zamanda çarpıcı olabilirdi. Asıl benliğim. Nihil, şizofren, kanser, klostrofobisi olan veya sıradan bir ben olan maskelerim, nebulam değil. Bu kabuktan kurtulmak istemiyorum, bence beni bir ölen bir yıldızdan ayırt eden asıl şey budur. Beni ben yapanın diğer benliklerim olması, benim onlarla harmanlanmış olmam...


Kahkaha atarken birden bire surat asmak sizce doğal mıdır? Son günlerde bunu yapabildiğimi fark etmiş bulunmaktayım. Kahkaham kulaklarıma dolmaya devam ediyor, başımı arkaya attım gözlerimi kapıyorum. Her 'hah' sesinde yüz kaslarım iyice geriliyor, çenem acıyor; fakat durmuyorum. Bir insanın tam kahkaha atarken çevresini net görebildiğini zannetmiyorum; zira vücut gevşiyor, zihin boşalıyor, bir şey düşünemez oluyor insan. Tam da bu anda bir ses 'gülmeyi kes' diyor sanki, aniden somurtuveriyorum. Bu ses, Nihil'in sesi, biliyorum. Belki beni tanımayan bir okur varsa diye Nihil'imi anlatayım... Hayır, aslında anlatmak istiyorum.

Yazarken attığım bir edit: Anlatmaktan vazgeçtim. Karakter hırsızlığı olmasın. Ben Aya'ya koca bir yılımı verdim.

~*~*~*~*~*~
Zihnimde iki tablo var. Hala Beethoven dinliyorum, bu da içimdeki tezatlığı iyice arttırıyor. Bir yanda hızlıca uzatan çimenler, tek bir saniyede kocaman açan güller, toprağın bereketinden nasibini almış ağaçların gittikçe uzayan dalları ve dolgun meyveleri, gökyüzünde, sanki buzdolabının en güzel kısmına konulmuş bir kase pudingin üzerindeki krem şanti gibi yayılmış bulutlar, denizden gelen meltemde yüklü bahar melodileri ile şakıyorlar... Bu tabloda Güneş tam yukarıda, fakat yakmıyor, kafanı kaldırıp baksan, gözlerin sulanmıyor. Bulutlar da kapamıyor üstelik, hala masmavi ve parlak gözüküyor gökyüzü, içinde yüzüyor sanki hayat. Bulutlardan bir şekil çıkaramıyorsun, niye bunu yapmakla uğraşasın ki, zihnin zaten bu güzellik karşısında allak bullak. Kalbinin atışı, meltemde saklı balıkçı türküleri, kuşların şakıması, yaşamın ve mutlu ayrılıkların getirdiği özgür bir hayat, yeni bir başlangıç... Bütün bunların sesi kulaklarını dış dünyaya tıkıyor. Orada yalnız olduğunu hayal etsen de, değilsin işte. Bu sesler, mutluluk da verse sana, korkmanı engellese de yalnızlıktan, seni yalnız bırakmıyor. Çimlerin üstü ıslak kumlar ile birikiyor birden, ardından küçük taşlar geliyor, aralarında birkaç kırık deniz kabuğu ile. Çamurlu ayaklarından gözlerini alıp ileri bakıyorsun, her yer kapkaranlık. Kaybolduğunu sanıp arkandaki ışığa doğru hışımla dönüyorsun, ve dolunayın gülen değil de, daha çok ihtiyar suratıyla karşı karşıya geliyorsun. Üstündeki çizgiler bir gülümseme gibi gözükmüyor artık, onlar alnındaki çizgiler, gözlerinin kenarındaki kaz ayakları, yahut sarkık göz torbaları gibi gözüküyor sana. O eski dolunay değil artık, arkanı döndüğün ise tamamen karanlık değil, alacakaranlık ile bütünleşmiş koca bir okyanus... Rüzgar esmiyor, ama hava soğuk, vücudundan bir ürperti geçiyor. Başka hiçbir ışık olmamasına rağmen havada hiç yıldız gözükmüyor, sanki okyanusun sularının arasına dürmüşler seni. Bu engin sularda yosun bile yok, ay ışığının aydınlattığı gecede görünen tek şey bir piyano ve bir kayık, ayaklarının altındaki saf kum ile birlikte... Kayığa biniyorsun, çekmene gerek yok, o akıntıya kapılıp kendiliğinden ilerliyor. Suda var olan tek şey senin anıların; güldüğün veya ağladığın, yahut konuşamadığın, susturulduğun... Çoğunlukla sevdiğin ve sevildiğin, terkedildiğin, aldattığın, aldatıldığını anladığın, sarhoş geçirdiğin gecelerin hatıraları... Avucunu suya daldırıyorsun, su soğuk, neredeyse civa kıvamında. Acılarını su yüzüne çıkarıyorsun, kendini kendine acındırmak için. Oysa tek istediğin hayatın senin için bir mola vermesi, bir köşeye kıvrılıp yatmak. Küçük bir çocuk gibi, annenin üstünü kapatmaya geleceğini bilerek, belki bir köpek, ya da yeni bir bisiklet için dua ederken uykuya dalmak istiyorsun... Bu uykudan uyanmak istemeyeceğinin bilincindesin, kıyıda hala seni bekleyen acılar var. En iyisi kaçmak değil mi, eh, öyle de yapıyorsun. İçine atladığın su bu sefer gerçekten deniz tadıyor, o anda düşünebildiğin tek şey suyun ne kadar tuzlu olduğu. Artık o okyanus yalnız senin hatıraların değil, sen oluyorsun. Meltemde bir melodi, baş döndüren bir aromaya karışıyorsun.
İşte bu da, benim reenkarnasyona inandığımın kesin kanıtıdır!
Saygılar,
Aichou